Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Her toplumda, iyi-kötü, güzel-çirkin nelerin uğrunda ölünebileceğini, ne için yaşanabileceğini belirleyen,insanların davranışlarına birer standart koyan değerler vardır.
“Değerler davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsendikleri için davranışlarda benzeşmeye ve dolayısıyla kalıplaşmaya yardım eder” (Tan, 1981: 37).
Değerler, toplumdan topluma değişebilmektedir. Bir toplumun geçmişinde mutlu ve ızdıraplı yaşayışları, o toplumun hayatında büyük etkiler bırakır. Bu etkiler, zamanla toplumda gelenek haline gelir. Bu gelenekler, insan vücudundaki iskelete benzer. Nasıl ki bir organizma, iskelet üzerinde ayakta duruyorsa, toplumlar da gelenekleri üzerine ayakta durur.
“Gelenekler bitkilerdeki gövde biçimine, hayvanlardaki belkemiğine benzerler... Her ulusun kendi yaratılışına göre birtakım gelenekleri vardır. Bu gelenekler ulustan ulusa değişirler.” (Baltacıoğlu, 1966: 10).
Türk Dil Kurumu ,geleneği şöyle tanımlamıştır:” Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane.” (Türkçe Sözlük, 1992: 534).
Not: Adet ve görenekler gelenek değildir.
Baltacıoğlu, gelekleri şöyle açıklamıştır:
“Gelenekler varlıklarını bazen tarih öncesinden, doğum çağından, totemcilik devrinden alan, kamunun duyunçaltına bir kez yerleştikten sonra evrim boyunca toplumlarını kovalayan, sosyal tipten sosyal tipe değişmeyen çok eski kamulsal (collectif) kalıtlardır.” (Baltacıoğlu, 1966: 12)
Türk toplumundaki, geleneklerin bazıları şunlardır:
Hazar Türklerinden küçük bir kısmının, M.S. 740- 800 yılları arasında kutsal kitap
olarak Tevrat ’ı kabul ettikleri, Gök Oguzlar’ın da (Gagauzlar) Hıristiyanlığı kabul
ettikleri bilinir. Gök Oğuzlar, Hıristiyan olmalarına rağmen, kurban kesip ve
İslamiyet’tekine benzer bir şekilde sadaka verdikleri ve domuzdan nefret ettikleri bilinir
(Tanyu, 1978: 40). Bunların dışındaki Türk boyları İslamiyet’i seçmiştir. Türklerin
İslamiyet’i seçmesindeki en büyük sebep, daha önceki dini yaşayışları ile İslamiyet’in
büyük oranda uyuşmasıdır. Hırsızlık ve fuhuş, Türk toplumunda pek görülmezdi.
“Eski Türklerde, gök anlamına gelen ana söz, Tengri idi. Türkler, hiç bir şeyi
renksiz söylemezdi. Hele konu böyle kutsal olursa. Onun için, göğe hep rengi ile birlikte
Gök Tanrı derlerdi... Eski Türkçe’de Tengri hem Tanrı hem de gök manasına gelirdi”
(Ögel, 1991: 701). Türklerdeki gök tanrı, tek Tanrıdır. Batıdaki, özellikle
Yunanistan’daki gibi, Tanrı somutlaştırılıp, heykelleri yapılmamıştır. Türklerde,
GökTanrı düşüncesinin oluşmasını, yaşayışı ve yaşadığı coğrafi çevre ile açıklamak
gerekir. Türkler, hayvanlarını otlatan ve 500 mil gibi geniş bir alan içinde hareketli bir
hayat yaşayan atlı bir gruptur. Bu alana hakim olan gökyüzünün sonsuzluğu, yani mavi
gök, yerde de kurt ve kartallardır. Ayrıca, bu grupların içinde de belli bir düzen vardı.
Evde de baba otoritesi hakimdi ve çocuğun eğitiminden baba sorumluydu (Ögel, 1987:
425). Bozkurt efsanesi de bu ortamın sonucunda doğmuştur. Fakat kurda saygı
gösterilmesi, onun totem olduğu anlamına gelmez. Türklerde totemcilik yoktur. Delil
olarak da: Totemcilikte, ana hukuku geçerli iken, Türklerde, baba hukuku ağır basar.
Totemcilikte ,aynı toteme bağlı olanlar, akraba sayılırken, Türklerde kan bağı
vardır.Totem hayatı yaşayan toplumlarda, geçimini avcılık ve toplayıcılıkla sağlarken,
Türklerde, hayvan yetiştiriciliği ve tarım vardır. Türklerdeki kurtta, dini bir özellik yoktur
(Kafesoğlu, 1983: 285). Türklerde sonsuzluğa uzanan, bir Gök Tanrı vardır. Türklerin,
hakanlık kurması,hakanın tahta geçmesi, Tanrının iradesi ile olur, savaşlarda da onun
iradesi ile zafere ulaşılır, Tanrı, insan hayatına müdahale ederdi (Kafesoğlu, 1983: 285).
Oğuz Han devleti oğullarına taksim ederken, “Ey oğullarım! Ben artık yaşlandım; Gök
Tanrıya borcumu ödedim” demekle, sevap işlediğine inanıyordu (Turan, 1990: 57). Eski
Türklerde, Tanrı’ya ve Ata mezarlarına saygı duyulur ve kurbanlar kesilirdi. Ölenin
arkasından yas törenleri yapılır ve yemek verilirdi. Mezara saygı, Anadolu’nun bazı
yerlerinde bazı mezarlara kurban kesme, bazı mezarlarda bulunan ağaçlara bez parçaları
bağlama ve cenazenin arkasında yapılan ağıtlar, galiba İslamiyet’ten önceki
yaşayışımızdan devam edip gelmektedir.
Bazı yazarlar, eski Türklerin Şaman dinine mensup olduğunu yazar. Şamanizm, din
değildir. Şamanlar, bazı dini ve sihri gösteriler yaparken, trans haline gelen kişilerdir
(Kafesoğlu, 1983: 285). Kısacası, eski Türklerde, tek Tanrı inancı vardı. Tanrı kelimesi,
Türklerde hiçbir zaman put karşılığı kullanılmamıştır. Hatta zamanımızda “Tanrı
misafiri” sözü, hala kullanılmaktadır. Türkler, 9. yüzyılda İslamiyet’le karşılaşınca,
geleneklerine ve yaşayışına uyduğu için, kitleler halinde Müslüman olmuşlardır. On bir
asırdır da İslamiyet’in bayrağını hep dik tutmuşlar, Avrupa’da İslamiyet’i, Türklerin dini
olarak nitelenmesini sağlamışlardır. Türklerin, İslamiyet’e olan saygısı ve bu dini
yaşayışı, diğer milletlerden farklıdır. Mevlit ve Ramazan ayında minarelerdeki mahyalar,
Türklerde daha fazladır. Baltacıoğlu İslamiyet ile Türkler arasındaki ilişkiyi şöyle
anlatmaktadır:
“Her ulus layık olduğu dini bulur. Uluslar hem layık oldukları dinleri bulurlar, hem de
aldıkları dinlere kendi özlerini verirler. Cami bütün Türk kültürünün, bütün Türk
geleneklerinin birleştiği, kaynaştığı bir yerdir. Camide mimarlık, resim, musiki, töre,
felsefe, her şey vardır” (Baltacıoğlu, 1950: 1).
Diller, toplumları bir birinden ayıran en önemli özelliklerdendir. Vendryes’e göre
dil, toplumla birlikte başlangıç noktası bilinmeyen bir evrimin sonucudur. Dilin iki
özelliği vardır. Bu özellikler, bireyin dışında oluşu ve toplumun baskısıdır (Vendryes,
1968: 15).
Ergin de, dili şöyle tanımlamıştır:”Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii
bir vasıta, kendisine mahsus ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık,
temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar, sistemli seslerden örülmüş
içtimai bir müessesedir (Ergin, 1972: 3). Kaplan’a göre dil “millet” denilen sosyal
varlığın temelini teşkil eder. O’na göre dil, insan topluluklarını bir yığın ve kitle olmaktan
kurtarıp “duygu ve düşünce birliği” olan bir “millet” haline getirir (Kaplan, 1983: 45).
Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır (Kaplan,
1983: 177-178). O’na göre,bir nehir akarken, çeşitli unsurları bünyesine alması gibi, bir
milleti dili de karşılaştığı toplumlardan kelime ve deyimler alır. Bu açıdan bakınca;”her
milletin dili, 0 milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta bir özetidir (Kaplan, 1983:
188).
İnsanlar, dil ile öğrenirler ve nesiller arasındaki bağ da, dil ile kurulur,dil ile, duygu
ve düşüncelerini ortaya koyar, içini döker, bir bakıma psikolojik olarak da rahatlarlar
(Mengüşoğlu, 1971: 269-270). Mengüşoğlu’na göre, (1971: 272-273) “dil hem insanın
kendisinin hem de, dünyanın bir aynasıdır. İnsan olmak dilin eseridir”.
Bütün toplumlarda önce sözlü, sonra da yazılı edebiyatları gelişmiştir. Türk
toplumlarında oldukça eski bir sözlü edebiyat geleneği vardır.” Bir dilin zenginliği, onun
eskiliği, sürekliliği, edebiyat ve bilim dili oluşuyla söz konusu olabilir (Buran, 1999: 14).
Diller, değişebilir ama dillerin değişmeyen yönleri de, vardır. Türkçe’nin değişmeyen
yönlerini Baltacıoğlu, (1975: 9-10) şöyle açıklamıştır:
“Türkçe kısa cümleli dildir, kelime dizisi anlam dizisine paralel olan dildir, kelime müziği
anlamıyla uyuşan dildir,...üreme kabiliyeti yüksek olan dildir,... Ağzın bütün organlarıyla
hatta bütün gövde ile söylenen dildir.”
Elbette bir dile, yabancı kelimeler de girebilir, bazı kelimeler de kullanılmadığı
için, ölebilir veya yeni kelimeler türetilebilir. Fakat alınan kelimeler, dile uygun hale
getirilir. Üretilen kelimeler de, dilin yapı ve estetiğine uygun üretilir. Bir dil, filozofların
kullanmasıyla, derinlik; sanatçıların kullanımıyla da güzellik kazanır. Türkçe’de, fiil
sondadır ve kısa cümle yapılı bir dildir. Tür dilinin yaşını Tuna, 8500 yıl olduğunu ileri
sürmektedir (Buran, 1999: 13).
Türkler, İslamiyet’ten sonra, sanat dünyasına da bazı yenilikler getirmişlerdir. Bu
yeniliklerin bazıları şunlardır: Medrese mimarisi, cami mimarisi, minare mimarisi, kubbe
inşaatı, çinicilik v.b. bunların başlıcalarıdır (Kafesoğlu, 1983: 379). İslamiyet öncesinden
beri devam eden taş işçiliği, minyatür, halıcılık, kilimcilik, demircilik vardır (Kafesoğlu,
1983: 308), (Ögel, 1988: 143-172). Türk minyatür sanatı ve yazı sanatı, İslamiyet’ten
sonra daha da gelişmiştir. Halı ve kilim motifleri, yüzlerce yıldan beri aynen devam
etmektedir.
Türk tiyatrosuna baktığımız zaman, orada da bir farklılık görürüz. Batı
tiyatrosunda, senaryo ön plandadır. Türk tiyatrosunda ise oyuncu ön plandadır.
Ortaoyunu, Tuluat ve kukla, öz Türk tiyatrosudur. Önceden yazılmış senaryo yoktur.
Olaylar sanatçının yaratıcılığına göre devam eder (Baltacıoğlu, 1941: 26). Gerek
televizyonlarımızda, gerekse tiyatrolarda, en fazla ilgi çeken oyunlar, sanatçının ön
planda olduğu tuluat türü oyunlardır.
Toplumların, nelere güldüğüne de bakmamız gerekir. Zira, gülünen şeyler de
toplumdan topluma değişir. Türk kültüründe, derin bir mizah anlayışı vardır. Ortaoyunu
ve tuluatta bu en ileri şekilde görülmektedir. Fıkralarımızda da bir incelik ve mizah
vardır. Her gün Karadenizlilere, özellikle “Temel”e mal edilen bir sürü fıkra
üretilmektedir. Nasrettin Hoca, İncilli Çavuş ve Bektaşi fıkralarımız vardır. Türk
Dünyasında, bir birinden habersiz iki tane Nasrettin Hoca’ nın ortaya çıktığı görülmüştür.
Japonların, İpek Yolu TV. dizisine dayalı olarak, TRT’den bir ekip İpek Yolu’ nun
geçtiği yöreleri gezmeye çıkınca, Türkistan’da bir Nasrettin Hoca’ ya rastladılar. O’ da
vefat etmiş, ama bizdeki Nasrettin Hoca fıkralarına benzer fıkraları anlatılıyordu. O
zaman aklımıza şöyle bir soru gelmektedir: “Acaba Nasrettin Hoca var mı?”, “yoksa biz
bazı fıkraları üretip, Nasrettin Hoca isminde birisine mi mal ediyoruz?” Türk kültürü,
mizah yönü güçlü olan bir kültürdür. Nasrettin Hoca’ nın, “parayı veren düdüğü çalar”,
“bire komşular hırsızın hiç mi günahı yok” sözündeki incelik ve mantığa bakınız. Jest ve
mimikler, müzik de bir toplumu diğer toplumlardan ayıran özelliklerdendir.”Yeryüzünde
ne kadar millet çeşidi varsa, o kadar da mimik çeşidi vardır” (Baltacıoğlu, 1943: 58).
Ve Diğer Bazı Özelliklerimiz
Eski Türklerde, “halk” ile “toprak”, devleti meydana getiren iki önemli unsurdu.
Tarih boyunca hiç devletsiz kalınmamıştır. Bir Türk devleti yıkılmışsa, yerine bir veya
birkaç devlet kurulmuştur.
Bir Hun hakanı, “Atalarımdan kalan toprağı kimseye vermem” demişti. Devlet ve
kağan yer ve suların sahibidir (Ögel, 1988: 347). Türkler, kendilerinin Dünyayı idare
etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Bu görevi, onlara Tanrı vermişti. Zaten kendi
kağanlarının kutsal olduğuna, ilahi bir kaynaktan geldiğine inanıyorlardı (Güngör, 1992:
54). Cihanı idare etme düşüncesi, İslamiyet’ten sonraki Türk devlet başkanlarının da
vazifesi sayılmıştır.
Türkiye’de halen askere gidenler törenle gönderilmektedir. Bu durum asker millet
olma geleneğinin halen devam ettiğini gösterir. Misafirperverlik geleneğimiz de, yüzlerce
yıldır devam etmektedir.
Kültürümüzde yer alan yiğit; delikanlı, mert, cesur, mazlumun yanında, zalimin
karşısında olan kişidir. Bunun adı Erzurum’da dadaş, Elazığ’da gakkoş, Ege’de efedir.
Geçmişten beri bu böyle devam edip gelmektedir
Tarih: 2016-03-02 01:57:01 Kategori: Sözlük
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Türk Toplumundaki Gelenekler Nedir
“Değerler davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsendikleri için davranışlarda benzeşmeye ve dolayısıyla kalıplaşmaya yardım eder” (Tan, 1981: 37).
Değerler, toplumdan topluma değişebilmektedir. Bir toplumun geçmişinde mutlu ve ızdıraplı yaşayışları, o toplumun hayatında büyük etkiler bırakır. Bu etkiler, zamanla toplumda gelenek haline gelir. Bu gelenekler, insan vücudundaki iskelete benzer. Nasıl ki bir organizma, iskelet üzerinde ayakta duruyorsa, toplumlar da gelenekleri üzerine ayakta durur.
“Gelenekler bitkilerdeki gövde biçimine, hayvanlardaki belkemiğine benzerler... Her ulusun kendi yaratılışına göre birtakım gelenekleri vardır. Bu gelenekler ulustan ulusa değişirler.” (Baltacıoğlu, 1966: 10).
Türk Dil Kurumu ,geleneği şöyle tanımlamıştır:” Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane.” (Türkçe Sözlük, 1992: 534).
Not: Adet ve görenekler gelenek değildir.
Baltacıoğlu, gelekleri şöyle açıklamıştır:
“Gelenekler varlıklarını bazen tarih öncesinden, doğum çağından, totemcilik devrinden alan, kamunun duyunçaltına bir kez yerleştikten sonra evrim boyunca toplumlarını kovalayan, sosyal tipten sosyal tipe değişmeyen çok eski kamulsal (collectif) kalıtlardır.” (Baltacıoğlu, 1966: 12)
Türk toplumundaki, geleneklerin bazıları şunlardır:
A. Türk Toplumundaki Din Gelenekleri
Hazar Türklerinden küçük bir kısmının, M.S. 740- 800 yılları arasında kutsal kitap
olarak Tevrat ’ı kabul ettikleri, Gök Oguzlar’ın da (Gagauzlar) Hıristiyanlığı kabul
ettikleri bilinir. Gök Oğuzlar, Hıristiyan olmalarına rağmen, kurban kesip ve
İslamiyet’tekine benzer bir şekilde sadaka verdikleri ve domuzdan nefret ettikleri bilinir
(Tanyu, 1978: 40). Bunların dışındaki Türk boyları İslamiyet’i seçmiştir. Türklerin
İslamiyet’i seçmesindeki en büyük sebep, daha önceki dini yaşayışları ile İslamiyet’in
büyük oranda uyuşmasıdır. Hırsızlık ve fuhuş, Türk toplumunda pek görülmezdi.
“Eski Türklerde, gök anlamına gelen ana söz, Tengri idi. Türkler, hiç bir şeyi
renksiz söylemezdi. Hele konu böyle kutsal olursa. Onun için, göğe hep rengi ile birlikte
Gök Tanrı derlerdi... Eski Türkçe’de Tengri hem Tanrı hem de gök manasına gelirdi”
(Ögel, 1991: 701). Türklerdeki gök tanrı, tek Tanrıdır. Batıdaki, özellikle
Yunanistan’daki gibi, Tanrı somutlaştırılıp, heykelleri yapılmamıştır. Türklerde,
GökTanrı düşüncesinin oluşmasını, yaşayışı ve yaşadığı coğrafi çevre ile açıklamak
gerekir. Türkler, hayvanlarını otlatan ve 500 mil gibi geniş bir alan içinde hareketli bir
hayat yaşayan atlı bir gruptur. Bu alana hakim olan gökyüzünün sonsuzluğu, yani mavi
gök, yerde de kurt ve kartallardır. Ayrıca, bu grupların içinde de belli bir düzen vardı.
Evde de baba otoritesi hakimdi ve çocuğun eğitiminden baba sorumluydu (Ögel, 1987:
425). Bozkurt efsanesi de bu ortamın sonucunda doğmuştur. Fakat kurda saygı
gösterilmesi, onun totem olduğu anlamına gelmez. Türklerde totemcilik yoktur. Delil
olarak da: Totemcilikte, ana hukuku geçerli iken, Türklerde, baba hukuku ağır basar.
Totemcilikte ,aynı toteme bağlı olanlar, akraba sayılırken, Türklerde kan bağı
vardır.Totem hayatı yaşayan toplumlarda, geçimini avcılık ve toplayıcılıkla sağlarken,
Türklerde, hayvan yetiştiriciliği ve tarım vardır. Türklerdeki kurtta, dini bir özellik yoktur
(Kafesoğlu, 1983: 285). Türklerde sonsuzluğa uzanan, bir Gök Tanrı vardır. Türklerin,
hakanlık kurması,hakanın tahta geçmesi, Tanrının iradesi ile olur, savaşlarda da onun
iradesi ile zafere ulaşılır, Tanrı, insan hayatına müdahale ederdi (Kafesoğlu, 1983: 285).
Oğuz Han devleti oğullarına taksim ederken, “Ey oğullarım! Ben artık yaşlandım; Gök
Tanrıya borcumu ödedim” demekle, sevap işlediğine inanıyordu (Turan, 1990: 57). Eski
Türklerde, Tanrı’ya ve Ata mezarlarına saygı duyulur ve kurbanlar kesilirdi. Ölenin
arkasından yas törenleri yapılır ve yemek verilirdi. Mezara saygı, Anadolu’nun bazı
yerlerinde bazı mezarlara kurban kesme, bazı mezarlarda bulunan ağaçlara bez parçaları
bağlama ve cenazenin arkasında yapılan ağıtlar, galiba İslamiyet’ten önceki
yaşayışımızdan devam edip gelmektedir.
Bazı yazarlar, eski Türklerin Şaman dinine mensup olduğunu yazar. Şamanizm, din
değildir. Şamanlar, bazı dini ve sihri gösteriler yaparken, trans haline gelen kişilerdir
(Kafesoğlu, 1983: 285). Kısacası, eski Türklerde, tek Tanrı inancı vardı. Tanrı kelimesi,
Türklerde hiçbir zaman put karşılığı kullanılmamıştır. Hatta zamanımızda “Tanrı
misafiri” sözü, hala kullanılmaktadır. Türkler, 9. yüzyılda İslamiyet’le karşılaşınca,
geleneklerine ve yaşayışına uyduğu için, kitleler halinde Müslüman olmuşlardır. On bir
asırdır da İslamiyet’in bayrağını hep dik tutmuşlar, Avrupa’da İslamiyet’i, Türklerin dini
olarak nitelenmesini sağlamışlardır. Türklerin, İslamiyet’e olan saygısı ve bu dini
yaşayışı, diğer milletlerden farklıdır. Mevlit ve Ramazan ayında minarelerdeki mahyalar,
Türklerde daha fazladır. Baltacıoğlu İslamiyet ile Türkler arasındaki ilişkiyi şöyle
anlatmaktadır:
“Her ulus layık olduğu dini bulur. Uluslar hem layık oldukları dinleri bulurlar, hem de
aldıkları dinlere kendi özlerini verirler. Cami bütün Türk kültürünün, bütün Türk
geleneklerinin birleştiği, kaynaştığı bir yerdir. Camide mimarlık, resim, musiki, töre,
felsefe, her şey vardır” (Baltacıoğlu, 1950: 1).
B. Türk Toplumundaki Dil Gelenekleri
Diller, toplumları bir birinden ayıran en önemli özelliklerdendir. Vendryes’e göre
dil, toplumla birlikte başlangıç noktası bilinmeyen bir evrimin sonucudur. Dilin iki
özelliği vardır. Bu özellikler, bireyin dışında oluşu ve toplumun baskısıdır (Vendryes,
1968: 15).
Ergin de, dili şöyle tanımlamıştır:”Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii
bir vasıta, kendisine mahsus ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık,
temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar, sistemli seslerden örülmüş
içtimai bir müessesedir (Ergin, 1972: 3). Kaplan’a göre dil “millet” denilen sosyal
varlığın temelini teşkil eder. O’na göre dil, insan topluluklarını bir yığın ve kitle olmaktan
kurtarıp “duygu ve düşünce birliği” olan bir “millet” haline getirir (Kaplan, 1983: 45).
Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır (Kaplan,
1983: 177-178). O’na göre,bir nehir akarken, çeşitli unsurları bünyesine alması gibi, bir
milleti dili de karşılaştığı toplumlardan kelime ve deyimler alır. Bu açıdan bakınca;”her
milletin dili, 0 milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta bir özetidir (Kaplan, 1983:
188).
İnsanlar, dil ile öğrenirler ve nesiller arasındaki bağ da, dil ile kurulur,dil ile, duygu
ve düşüncelerini ortaya koyar, içini döker, bir bakıma psikolojik olarak da rahatlarlar
(Mengüşoğlu, 1971: 269-270). Mengüşoğlu’na göre, (1971: 272-273) “dil hem insanın
kendisinin hem de, dünyanın bir aynasıdır. İnsan olmak dilin eseridir”.
Bütün toplumlarda önce sözlü, sonra da yazılı edebiyatları gelişmiştir. Türk
toplumlarında oldukça eski bir sözlü edebiyat geleneği vardır.” Bir dilin zenginliği, onun
eskiliği, sürekliliği, edebiyat ve bilim dili oluşuyla söz konusu olabilir (Buran, 1999: 14).
Diller, değişebilir ama dillerin değişmeyen yönleri de, vardır. Türkçe’nin değişmeyen
yönlerini Baltacıoğlu, (1975: 9-10) şöyle açıklamıştır:
“Türkçe kısa cümleli dildir, kelime dizisi anlam dizisine paralel olan dildir, kelime müziği
anlamıyla uyuşan dildir,...üreme kabiliyeti yüksek olan dildir,... Ağzın bütün organlarıyla
hatta bütün gövde ile söylenen dildir.”
Elbette bir dile, yabancı kelimeler de girebilir, bazı kelimeler de kullanılmadığı
için, ölebilir veya yeni kelimeler türetilebilir. Fakat alınan kelimeler, dile uygun hale
getirilir. Üretilen kelimeler de, dilin yapı ve estetiğine uygun üretilir. Bir dil, filozofların
kullanmasıyla, derinlik; sanatçıların kullanımıyla da güzellik kazanır. Türkçe’de, fiil
sondadır ve kısa cümle yapılı bir dildir. Tür dilinin yaşını Tuna, 8500 yıl olduğunu ileri
sürmektedir (Buran, 1999: 13).
C. Türk Toplumundaki Sanat Gelenekleri
Türkler, İslamiyet’ten sonra, sanat dünyasına da bazı yenilikler getirmişlerdir. Bu
yeniliklerin bazıları şunlardır: Medrese mimarisi, cami mimarisi, minare mimarisi, kubbe
inşaatı, çinicilik v.b. bunların başlıcalarıdır (Kafesoğlu, 1983: 379). İslamiyet öncesinden
beri devam eden taş işçiliği, minyatür, halıcılık, kilimcilik, demircilik vardır (Kafesoğlu,
1983: 308), (Ögel, 1988: 143-172). Türk minyatür sanatı ve yazı sanatı, İslamiyet’ten
sonra daha da gelişmiştir. Halı ve kilim motifleri, yüzlerce yıldan beri aynen devam
etmektedir.
Türk tiyatrosuna baktığımız zaman, orada da bir farklılık görürüz. Batı
tiyatrosunda, senaryo ön plandadır. Türk tiyatrosunda ise oyuncu ön plandadır.
Ortaoyunu, Tuluat ve kukla, öz Türk tiyatrosudur. Önceden yazılmış senaryo yoktur.
Olaylar sanatçının yaratıcılığına göre devam eder (Baltacıoğlu, 1941: 26). Gerek
televizyonlarımızda, gerekse tiyatrolarda, en fazla ilgi çeken oyunlar, sanatçının ön
planda olduğu tuluat türü oyunlardır.
Toplumların, nelere güldüğüne de bakmamız gerekir. Zira, gülünen şeyler de
toplumdan topluma değişir. Türk kültüründe, derin bir mizah anlayışı vardır. Ortaoyunu
ve tuluatta bu en ileri şekilde görülmektedir. Fıkralarımızda da bir incelik ve mizah
vardır. Her gün Karadenizlilere, özellikle “Temel”e mal edilen bir sürü fıkra
üretilmektedir. Nasrettin Hoca, İncilli Çavuş ve Bektaşi fıkralarımız vardır. Türk
Dünyasında, bir birinden habersiz iki tane Nasrettin Hoca’ nın ortaya çıktığı görülmüştür.
Japonların, İpek Yolu TV. dizisine dayalı olarak, TRT’den bir ekip İpek Yolu’ nun
geçtiği yöreleri gezmeye çıkınca, Türkistan’da bir Nasrettin Hoca’ ya rastladılar. O’ da
vefat etmiş, ama bizdeki Nasrettin Hoca fıkralarına benzer fıkraları anlatılıyordu. O
zaman aklımıza şöyle bir soru gelmektedir: “Acaba Nasrettin Hoca var mı?”, “yoksa biz
bazı fıkraları üretip, Nasrettin Hoca isminde birisine mi mal ediyoruz?” Türk kültürü,
mizah yönü güçlü olan bir kültürdür. Nasrettin Hoca’ nın, “parayı veren düdüğü çalar”,
“bire komşular hırsızın hiç mi günahı yok” sözündeki incelik ve mantığa bakınız. Jest ve
mimikler, müzik de bir toplumu diğer toplumlardan ayıran özelliklerdendir.”Yeryüzünde
ne kadar millet çeşidi varsa, o kadar da mimik çeşidi vardır” (Baltacıoğlu, 1943: 58).
D. Türk Toplumundaki Devlet Kurma Geleneği
Ve Diğer Bazı Özelliklerimiz
Eski Türklerde, “halk” ile “toprak”, devleti meydana getiren iki önemli unsurdu.
Tarih boyunca hiç devletsiz kalınmamıştır. Bir Türk devleti yıkılmışsa, yerine bir veya
birkaç devlet kurulmuştur.
Bir Hun hakanı, “Atalarımdan kalan toprağı kimseye vermem” demişti. Devlet ve
kağan yer ve suların sahibidir (Ögel, 1988: 347). Türkler, kendilerinin Dünyayı idare
etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Bu görevi, onlara Tanrı vermişti. Zaten kendi
kağanlarının kutsal olduğuna, ilahi bir kaynaktan geldiğine inanıyorlardı (Güngör, 1992:
54). Cihanı idare etme düşüncesi, İslamiyet’ten sonraki Türk devlet başkanlarının da
vazifesi sayılmıştır.
Türkiye’de halen askere gidenler törenle gönderilmektedir. Bu durum asker millet
olma geleneğinin halen devam ettiğini gösterir. Misafirperverlik geleneğimiz de, yüzlerce
yıldır devam etmektedir.
Kültürümüzde yer alan yiğit; delikanlı, mert, cesur, mazlumun yanında, zalimin
karşısında olan kişidir. Bunun adı Erzurum’da dadaş, Elazığ’da gakkoş, Ege’de efedir.
Geçmişten beri bu böyle devam edip gelmektedir
Tarih: 2016-03-02 01:57:01 Kategori: Sözlük
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx